Mehmet Yavuz; Bir insan, Bin Vasıf / Nurullah Yılmaz

Mehmet Yavuz, hem “insan” olmanın hem de “Müslüman” olmanın ne demek olduğunu ve “insan” olunmadan “Müslüman” olunamayacağını ya da bunun nakıs bir Müslümanlık olacağını gösteren bir şahsiyetti.

Mehmet Yavuz; Bir insan, Bin Vasıf / Nurullah Yılmaz

Muhtemelen, hakkında birçok yazı yazılacağı ve söz söyleneceği için daha ayrıntılı bir yazıdan ziyade benim açımdan Mehmet Yavuz denilince akla gelen birkaç husus üzerinde duracağım…

Mehmet Yavuz’un vasiyetinde “gördüğüm işkencelerden dolayı böbreklerim iflas etti” sözünü Hüda-par genel başkan danışmanlarından Dr. Halef Yılmaz dile getirdi. Yine benzer sözleri Hüdapar GİK üyesi Mehdi Oğuz’da şu sözlerle ifade edecekti; “Mehmet Yavuz abi kemoterapiye başlamadan önce bize yaptığı vasiyette; Hastalığının 90'larda gözaltında kendisine yapılan işkencelerle başladığını ve o gündendir sürekli olarak böbrek rahatsızlıklarının müzmin hale geldiğini belirtti. 2017 yılının sonlarında Mehmet Yavuz abi ve bana bir ay arayla kanser teşhisi konulmuştu. İkimizin ortak doktoru olan Profesör; Mehmet Yavuz Hoca'da meydana gelen tümörün takriben 16-17 yıl önce böbreğine aldığı bir darbeden kaynaklandığını söylemişti.”

Bu işlere aşina olmayanlar için bu sözler, “hadi canım sende” tarzında biraz zorlama bir hatta abartılı gibi gelecektir. Ama bu işin hakikatini bilenler için gayet doğal, sıradan ve normal bir söz aslında. Bu hakikate, bu topraklarda yolu hasbelkader o yerlere düşmüş herkes bir şekilde şahitlik edecektir. Ya birebir, ya da yakınındakilerin yaşadıklarından, anlattıklarından…

Sizlere benzer durumu yaşamış binlerce kişiden olan birinin bunları duyunca anlattıklarını kendi ağzından aktaracağım…

Gözaltıların rutin bir hal almaya başladığı dönemlerdi. Kitaplardan, anılardan, anlatılardan zaten gözaltının veya işkencenin ne demek olduğunu az çok biliyorduk. Tabii, bu teorik bilgilerin hemen hiçbirinin pek bir anlamının olmayacağını da müşahade edecektik…

O sıralarda gözaltına girip çıkmış, muhabbet duyduğum ve yaşça benden daha büyük birine sordum özellikle tavsiye edebileceğin veya dikkatini çeken  bir şey var mıydı? En azından tecrübesiz yakalanmayalım diye. Nasılsa herkes gibi nasibimizi alacaktık, öyle veya böyle. Zira bu yolun yolcularının kaderiydi ve sonucunu bildiğimiz halde kaderimize razıydık. O’nun yolunda olacaksa cefa da hoş, sefa da hoş…

Bana dönüp, komik bir fıkra anlatıyormuş tarzında, dedi ki, Bir rahatsızlığınız varsa sakın söylemeyin. Gözaltındayken yanımda şeker rahatsızlığı olan biri vardı. Ona sormuşlar, herhangi bir rahatsızlığın var mı, diye. O da herhalde karşısındakiler insandır, az buçuk ta olsa merhamet vardır, diye diyabet hastası olduğunu söylemiş. Söylemez olaymış… Soran kişi, o bilindik kibir kokan ses tonuyla, müstehzi bir edayla; “beyler arkadaşın şekeri azalmış, biraz şeker yüklemesi yapın” diye etrafına seslenmiş. Gerisini siz düşünün…

Onun için, ne olursa olsun, siz siz olun rahatsızlığınızı söylemeyin.

Neyse, yolun her yolcusu gibi sıra bize de geldi, gözaltındayım. Toyum, daha çocuk sayılabilecek yaştayım ve tecrübesizim, işin doğrusu.  Gece seansları başlayınca ve kapılar teker teker açılınca sıra elbet bize de geldi… İlk sorulan sorulardan biri, “bir rahatsızlığın var mı?” Bir yandan o büyüğümün söyledikleri, bir yandan da sağlık; zaten her muameleyi göze almışız, olur da belki en azından o rahatsızlığa yönelik bir şey yapmazlar duygusu… Dedim ki, sinüzitim var, ki ağır bir sinüzitim vardı normalde.

Duyar duymaz, “arkadaşın duş alması lazım” diyerek alıp götürdüler. Önce iyice bir ıslattılar. Ondan sonra bir odada bulunan kocaman bir vantilatörün önüne bıraktılar. Ki o vantilatör, ıslak başa gerek kalmadan zaten adamı bitirir. Ben o ana kadar bu büyüklükte vantilatörü ilk defa görmüştüm. Ve bu durum defalarca bu tekrar etti… O haldeyken, arkadaşın sözü aklıma gelince “büyük sözü dinlemesen böyle olur işte, diye bir yandan gülümsüyorum, bir yandan hayıflanıyorum.

Yine hücrede benimle kalan biri de böbreklerinden rahatsızdı. Bunu bildikleri için boks tabiriyle özellikle böbreklere çalışıyorlardı…

Bu anlatılanlar belki de  en sıradan, en basit, en kolay seanslardan biri… Varın gerisini siz düşünün. Varın, akla hayale gelmeyen yöntemler neticesinde kolunu, böbreğini, ayaklarını ve daha birçok uzuvlarını kaybeden insanları siz düşünün. Varın Mehmet Yavuz’un söylediklerinin ne kadar abartılı olabileceğini siz kendiniz karar verin.

Hiçbirimiz yaşadıklarımızı anlatmıyoruz normalde. Böyle bir gelenek veya bir alışkanlık oluşmuş gibi. Belki de çekilenler dile getirilip alenileşirse ihlas zedelenir korkusundandır. Doğru mu yapıyoruz, yanlış mı bilmiyorum ama sanırım -en azından anlatılabilecekleri- bazen anlatmak daha iyi olacak gibi. Zira mağduriyetimizi dahi ifade edemiyoruz. Kendimizden bahsedemiyoruz tamam ama bari yanımızdakilerin yaşadıklarını anlatalım.

O kadar programa çıktı. O kadar seçim propagandası yaptı. Bir gün çıkıp “biz” diye başlayıp bu yaşadıklarını anlatmadı. Küsmedi bu topraklara, küsmedi bu halka. Daha çok çalıştı, daha çok didindi. Onun kavgası zalimlerleydi.

Mehmet Yavuz, bu toprakların görebileceği ender şahsiyetlerden ve siyasetçilerden. Tam da bu toprakların dokusuna uygun bir duruş, feraset ve olgunlukta… Bu topraklar ayakta kalacaksa, bir birliktelik olacaksa ancak bu düşüncede olan insanlar sayesinde olacaktır. Yoksa bu topraklarda asla huzur sağlanamaz. Dön dolaş yine aynı noktaya gelinecektir.

O ki; “Ne olur aynı hakikatleri, aynı bakış açısını, aynı ruhani atmosferi anlatan Hoca Ahmet Yesevi ile Melaye Cezeri arasına fark koymayalım”, diyordu. “Bırakın biri Türkçe söylesin, aynı hakikatleri diğeri Kürtçe söylesin. Yada Feqiye Teyra ile  Şeyh Galip arasında aşka, meşke, vuslata, hasrete bakış açısında milim bir fark yok. Biri Allahın bir ayeti olan Türkçe ile bunları dile getiriyor, diğeri Allah’ın bir ayeti olan Kürtçe ile dile getiriyor.”

Ve ilginçtir, Türklere Kürdün hakkından bahsederken, Kürde de kardeşliği anlatırken, öyle bir zerafetle izah ediyordu ki, en uçta bulunan insanlar bile rahatsız olmuyordu. Şu memlekette bu hakikatleri dile getirirken hiç kimsenin art niyet aramadığı ve incinmediği kaç şahsiyet var ki?

Dolayısıyla, Mehmet Yavuz, hem “insan” olmanın hem de “Müslüman” olmanın ne demek olduğunu ve “insan” olunmadan “Müslüman” olunamayacağını ya da bunun nakıs bir Müslümanlık olacağını gösteren bir şahsiyetti.

Vefatının ardından bir iki gündür, “bir insanın bu kadar sevilmesinin bir insana bu kadar muhabbet duyulmasının temel sebebi ne olabilir”, diye düşünüyorum. Muhasebesini yapıyorum. Mesela kendimiz olsak acaba kaç insanın bu güzel sözlerine ve dualarına muhatap olabiliriz. Hem Türkiye’den, Kürdistan’dan, hem de İslam aleminin değişik yerlerinde gösterilen bu teveccühün sebebi ne olabilir? Öyle ki farklı dünya görüşü, farklı yaşam tarzı, farklı ırktan insanların bir insana bu muhabbeti nereden kaynaklanıyor olabilir?

Sadece iyi bir hatip olmasından, iyi bir konuşmacı olmasından mı? Pek sanmıyorum, zira öyle laf cambazı hatipler var ki, söze bin bir türlü takla attırıyorlar.  Tabi kalp bir yana, söz bir kulaktan girip diğerine bile yetişmiyor.

Çokça çalışıp didinmesinden mi? Sanmıyorum, zira birçok insan  çalışıyor, didiniyor.

Çok kültürlü, birikimli olmasından mı? Ciltler dolusu kitap yutanlar var, hiçbir hikmet sadır olmuyor.

Çıkardığım sonuç; bütün bu güzel hasletlerin tümünün yanı sıra tevazu, samimiyet ve güzel ahlak… Yani, “insana dokunabilmek…” Güzel ahlak ve hiçbir hesap gütmeden, karşılıksız, çıkarsız bir gayret bu sonucu doğurur.

Artık neredeyse hiçbir şeyin beğenilmediği, hiçbir şeyden tatmin olunmadığı bir zamanda imtihanların en zoru karşısında şu duruş, şu sabır, metanet ve şu teslimiyet…

“Allah verir de alır da. Verirken de Allah'a şükretmek lazım alırken de sabretmek lazım. O bizim Rabbimizdir. O ne imtihan vermişse içinde bizim için bir rahmet gizlemiştir. Sabredelim.

Allah sabrımızı arttırsın. Sabırsızlık gösterenlerden etmesin. İbadetlerimize devam, ihlasa devam, karşılıksız bir şekilde iyilik yapmaya devam, insanların nankörlüklerine karşı sabretmeye devam…Allah için yapıyoruz. O biliyor. Kimse bilmese de olur.”

Son olarak Hüdapar Dış İlişkiler Başkanı, sevgili Said Şahin’in  belirttiği bir hususun üzerinde durulması gerektiğine inanıyorum.  

“Sayın Erdoğan ile ilk veya ikinci görüşmemizdi. Söz aldı. Her zamanki belağatına ve nezaketine uygun bir girizgahtan sonra “el-Hak emr-i Hak vaki olacak her fani gibi sizleri de musalla taşına yatıracaklar...Allah’ın huzuruna adaleti sağlamış adil bir yönetici olarak gitmenizi temenni ediyoruz...” deyip tüm mazlumlar ve haklar adına adalet talep etmişti…”

İddia ediyorum; kırmadan, incitmeden veya münakaşa etmeden Erdoğan’a bu sözü söyleyebilecek insan yoktur, şu an etrafında. Yaşanan birçok sıkıntının en temel sebeplerinden biri de budur. Hikmetle, güzel ahlakla, “Ahiret var”ı hatırlatacak birilerinin eksikliği…

Hasılı; dünya budur, işte…

Şu gök kubbe altında hoş bir seda bırakmadıktan sonra,

Dünya malı senin olsa neye yarar,

Cihana sultan olsan neye yarar,

Meşhur olup namın her tarafa yayılsa neye yarar,

Ardında rahmet okuyacak, göz yaşı dökebilecek kimse olmadıktan sonra.

Ardında seninle aynı dünya görüşünü, aynı düşünceyi, aynı fikri savunmadığı halde “adamdı” diyen kimse olmadıktan sonra…

İşte, Mehmet Yavuz bize bu hakikatı ölümüyle bir kez daha hatırlattı.

Hani üzülüyoruz ya, bu kadar ehil insan için erken değil miydi,  diye,

Ölümüyle bile ders vererek, davasına binler teveccüh kazandırarak gitsin, diye almış olmalı, herşeyin en iyisini ve en güzelini bilen….

Nurullah Yılmaz / Habernas