Libya direnişinin sembolü: Ömer Muhtar

Libya'da işgalci İtalyan güçlerine karşı sergilediği destansı direnişle dünya çapında sembol bir isme dönüşen "Çöl Aslanı" lakaplı Ömer Muhtar'ın idam edilişinin üzerinden tam 90 yıl geçti.

Libya direnişinin sembolü: Ömer Muhtar

Yirminci yüzyılda emperyalizme, sömürgeciliğe ve işgallere karşı şanlı bir direnişin asil bir örneği olan Ömer muhtar, işgal edilen Osmanlı topraklarının bir parçası olan Trablusgarb cephesinin direnişinin öncüsü ve sembolüdür. İslam dünyasının yüz akı olan bir dava adamıdır.

Ömer Muhtar, 1862 yılında Libya’nın Defne bölgesinin Batnan kasabasında doğdu.   Ömer Muhtar ilk öğrenimini babası Muhtar’dan aldı. Babası 1878 yılında vefat edince onun ve kardeşi Muhammed’in yetiştirilmesini babasının yakın arkadaşı Seyyid el-Ğiryani üstlendi. El-Ğiryani, Ömer Muhtar’ı ve kardeşini Cağbub’taki İslâmi Bilimler Akademisi’ne yazdırdı ve Ömer Muhtar burada sekiz yıl köklü bir İslamî eğitimi aldı.

Muhtar’ın liderlik vasfı ve saygın kişiliği kendisine önemli görevler verilmesini sağladı. Cağbub Üniversitesi’nin temsilcisi olarak Sudan ve Mısır’a gönderildi. Çeşitli heyetlere başkanlık da yaptı, kabilelerin arasında çıkan anlaşmazlıklarda arabulucu olarak görev aldı. Çağbub Üniversitesi’ndeki eğitimini tamamladıktan sonra Kasur medresesinin başına getirildi. Daha sonra güneydeki Ayn Kalak zaviyesi şeyhliğine atandı. Gayretleri ile bu bölgeye Fransız işgal güçlerinin girmesini engelledi. Daha sonra tekrar Kasur medresesi imamlığına getirildi ve bu görevini İtalya’nın Libya’ya saldırdığı 1911 yılına kadar sürdürdü.

Ömer Muhtar birçok Kuzey Afrikalı Müslüman gibi Senusi tarikatına mensuptu. Ondokuzuncu yüzyılda Kuzey Afrika’da teşekkül eden bu tasavvuf ekolu kısa zamanda çok hızlı bir inkişaf göstermiş, içinde barındırdığı dinamizm ile Sömürgeci güçlere karşı Afrika’da Müslümanların güçlü bir nefesi olmuştu.

Birinci dünya savaşı öncesi ve sonrasında Osmanlı topraklarını işgal etmeye başlayan emperyalist Avrupa devletleri içinde sömürge kurma yarışında çok geç kalan İtalya uzun zamandır Trablusgarb topraklarına göz dikmiş, fakat Sultan II.Abdülhamid'in dirayetli idaresi sayesinde buna fırsat bulamamıştı. İtalyanlar, Abdülhamid’in tahttan düşürülmesinden sonra bu fırsatı yakalayabilmişti. Mısır’ın İngiliz işgali altında olması, Osmanlı devletinin deniz gücünün zayıf olması vs. gibi sebeplerden dolayı, İtalyanlar, 27 Eylül 1911’de Osmanlı hükümetine verdikleri ültimatomla Trablusgarb’a çıkartma yaptılar. İtalya askeri yetkililerinin hesabı işgalin 15 günde tamamlanacağı yönündeydi. Fakat bir avuç Osmanlı kuvveti ile dayanışma içindeki Libya halkı büyük bir direniş sergileyerek 15 günü yirmi yıla yaydı. İtalyan askerleri kıyıdaki sahil kentlerinin çevresinde sıkışıp kaldı. İtalyanlar için işgal ve savaş alabildiğine daha ilk günlerde zorlaşmıştı.

İtalyan güçlerini kıyıya sıkıştıran mücahidler, son darbe için hazırlık yapıyorlardı. Kendisine yapılan barış tekliflerini elinin tersi ile iten Seyyid Ahmed es-Senusi şöyle haykırıyordu: “Gençleri ihtiyarlatacak kadar şiddetli ve uzun sürecek bir savaş bizi bekliyor; günden güne şiddet ve ciddiyet kazanmakta olan bu savaş yalnız bu bölge ile sınırlı kalmayacaktır. Etrafımda “La ilahe illallah Muhammed’un Resulullah” hükmünü kabul eden bulundukça, ruhum bedeninde kaldıkça, hatta Trablus’un dışında bile cihadı sürdürmemiz mümkün olacaktır.”

Tam bu sırada Senusi hareketinin ve de Libya halkının kaderini etkileyecek bir olay gerçekleşti ve I. Dünya Savaşı patlak verdi. Seyyid Ahmed, bu savaşa girme taraftarı değildi. Zira Libya’nın tek yardım kapısı olan Mısır’da hareketlerine göz yuman İngilizlere hücum etmek intiharla eş anlamlıydı. Osmanlı devlet adamlarının planı ise, Mısır üzerine yapılacak kanal harekatında, Senusi güçlerinin Libya tarafından vurulmasıyla İngilizleri Mısır’da boğmaktı. Senusi kamplarına gelen Osmanlı subayları, Seyyid Ahmed’i iknada çok zorlandılar. Almanya’nın gücünü, Mısır’ın Osmanlı idaresine geçmesi ile mücahidlerin Libya’da rahat bir nefes alacağını izah etmeye çalıştılar. Fransız ve İtalyanlar’la birlikte bir üçüncü cephe açmak istemeyen Senusi, sonunda gittikçe artan ısrarlar karşısında kerhen de olsa, İslam mücahidlerine İngilizlere karşı saldırı emrini verdi. Bir müddet sonra Seyyid Ahmed’in Libya’dan ayrılması ile yerine Seyyid Muhammed İdris geçti. Bu sıralar İtalya büyük çalkantılar içindeydi. 1922’den itibaren Benito Mussolini liderliğinde Faşistlerin İtalya’da egemenliği ele geçirmesi, Libya üzerindeki kara bulutların daha da artmasına sebep oldu. İtalya Trablusgarb’taki direnişi kırmayı, Senusi güçlerini mağlup etmeyi birinci öncelikli iş olarak görüyordu. Öncelikle İdris es-Senusi ile yaptıkları tüm anlaşmaları fesheden İtalyanlar, 1923 yılında ikinci işgallerine başladılar.

İşte bu sırada Ömer Muhtar direnişin liderliğini üstlendikten sonra, emrindeki kabileleri 100-300 silahlı atlı ya da yaya olarak küçük gruplar halinde organize etti. Bu güçler birer vurucu tim şeklinde idi. Çok hızlı ve seri hareket kabiliyetleri ile İtalyan askeri kollarına, nakliyelerine, karakollara fırtınalar gibi baskınlar yapıyor ve bir anda ortadan kayboluyorlardı. Ömer Muhtar, emrindeki güçler ile İtalyan kuvvetleri arasında, 1923’ten 1932’ye kadar her yıl en az elliden fazla savaş, ikiyüzden fazla küçük ölçekli çatışma meydana gelmişti.

İtalyanların savaştığı sadece organize edilmiş bir kısım Senusi birlikleri değildi. Topyekün Libya halkına karşı savaşıyorlardı. Tam bir abluka ve çember içindeki halk bir ölüm-kalım savaşı vermekteydi. Ömer Muhtar, hereketin merkezi olarak karargahını Calu vahasının Cebelu’l-Ahdar (Yeşil dağ) bölgesine kurdu. Her başarılı lider gibi Ömer Muhtar da istihbarata çok önem vermekteydi. Korkuyu ve kaçışı akıllarından silmiş bulunan Müslüman kuvvetleri, İtalyan garnizonları arasında mekik dokumaya başladılar. Hatta kendilerini gizleyerek bir bedevi çoban kılığına girip İtalyan birliklerinin arasında dolaşmakta ve onların hareket stratejilerini daima kontrol etmekteydiler.

Mücahidlerin kesin başarısı için iyi bir teşkilatlanma gerekiyordu. Bu da bir kısım ekonomik ve askeri yardımları gerektiriyordu. Ömer Muhtar, bir ara bunu temin için gizlice Mısır’a gitti ve İdris es-Senusi ile bir takım görüşmelerde bulundu. Ancak İdris, Mısır ve İtalyan hükümetlerinin arasını açmamak için böyle bir yardımı kabul etmedi. Ömer Muhtar’ın Mısır’da olduğunu öğrenen İtalyan gizli haber alma örgütü, onun barış masasına oturması için ikna etmek üzere bazı ajanlarını Mısır’a gönderdi. Bu ajanlar Ömer Muhtar'ı Mısır’da bulup ona kendilerine göre cazip tekliflerde bulundular. Eğer cihad hareketinden vazgeçer ve teslim olursa kendisine Bingazi’de en güzel bir köşk, hayatının sonuna kadar rahat yaşayacağı yüklü bir maaş ve ekonomik yardımlar teklif ettilerse de, bu büyük dava adamından tarihi bir şamar yiyerek elleri boş dönmek zorunda kaldılar. Şöyle kükremişti Çöl Arslanı: “Ben her isteyenin böyle kolayca yutabileceği bir lokma değilim... Beni kimse imanım, davam ve cihadımdan alıkoyamayacaktır. Allah onların iştahlarını kursaklarında bırakacaktır.”

İdris es-Senusi ile yaptığı görüşmelerden ümidini kesen Ömer Muhtar, Mısır’lı Müslümanların kısmi yardımlarını alarak, beraberindeki heyet ile Cebelu’l-Ahdar’a geri döndü. Dönüş yolunda İtalyanlar tarafından planlanan bir suikast da başarısızlıkla sonuçlandı.

1 Şubat 1924 tarihinde Seyyid Ahmed eş Şerif’e yazdığı mektupta haklı olarak şunları ifade ediyordu:

“Selamdan sonra...Biliniz ki biz vatanımızın acıklı ve ıstırablı bir hayat yaşayan evlatlarıyız. Vatan, istila kuvvetlerinin çizmeleri altında inliyorken, İdris es-Senusi çıkıp Mısır’a gitti. Bunun üzerine İtalyanlar, yapılan bütün anlaşmaları iptal ettiler. İdris’in, bizi bırakıp Mısır’a iltica etmesi iyi olmadı. Biz ise, kendimizi son derece dağınık bir vaziyette bulduk. Gittiği yönü, doğu ve batısını bilmeyen ve denizin ortasında yüzen bir gemi gibi terkedildik. Sen de aynı şekilde bizi bırakıp Türkiye’ye gitmeyi tercih ettin. Şunu bilin ki, vallahi, vallahi ve sümme vallahi sizi yakalarınızdan yakalayacağımız günler olacak... Sübhanallah... Tatlı olduğu ve meyve verdiği günlerde vatanınıza sahip çıkıyordunuz da, acıklı günlerde nasılda terkedip gidiyorsunuz? Mısır’a, İdris’in yanına vardık. Ondan yardım istedik. Fakat bize, “gidin, kendi başınızın çaresine bakın, bizim size yapabileceğimiz hiçbir yardım kalmamıştır” diye bizi eliboş olarak gönderdi. Yanaklarımızı sulayan acı gözyaşlarımızla, Mısır’dan cephemize döndük. Ancak, şunu iyi biliniz ki, biz Allah’a tevekkül ederek vatanımıza geri döndük ve kanımızın son damlasına kadar İslam’ı, vatanımızı ve canlarımızı savunarak asla düşmana teslim olmamak üzere ahdettik.  Yine de birçok şeye muhtacız. Özellikle silah, sonra para, yiyecek ve giyeceğe şiddetle ihtiyacımız var. Yardımcımız Allah’tır, Lütfen acele edin...Yardımda süratli davranın, imkanınız ne elverirse, az veya çok demeyin.”

Mücahidler binbir yokluk içinde kıvranırken, işgal güçleri, modernize olmuş birlikleri ile artık kesin bir darbe için hazırlanıyorlardı. Kuvvet dengesi olmayan bu çirkin savaşta, İtalyanlar için her şey mubahtı. Direniş güçlerinin halktan yardım görmelerini engellemek için bölgedeki hayvanlar telef edilmekte, mahsuller, ürünler zarara uğratılmakta ve ormanlar yakılmaktaydı. İtalyanlar bu ikinci işgal döneminde hava kuvvetlerini ve zırhlı araçları azami bir şekilde kullandı. Bu da mücahid kayıplarının giderek artmasına sebep oluyordu. Ormanlıkların ateşe verilip, ortadan kaldırılması sonucu, İslam mücahidlerinin seyri kolaylıkla kontrol edilebilir hale gelmişti. İtalyanlar sadece 1923-1929 yılları arasında 141.766 küçük ve büyük baş hayvanı katlettiler. Yine bu yıllar şehid edilen mücahid sayısı İtalyan verilerine göre 4329 kişi idi.

Fakat bütün bunlara rağmen Libya halkının direnişi, İslami direniş kırılamıyordu. Roma hükümeti beş sene içinde Sireneyka’ya beş vali göndermek zorunda kaldı; Bongiovanni, Mombelli, Teruzzi, Siciliani ve son olarak meşhur Graziani.

Bu İslami direnişin lideri Ömer Muhtar bir dava adamı olarak İtalyanlara şunları söylemişti: "Biz asla teslim olmayız. Ya kazanırız, ya ölürüz. Bizden sonraki nesillerle de savaşacaksınız. Bana gelince. Ben, cellatlarımdan daha uzun yaşayacağım."

İtalyanların üstün silah ve insan gücüne karşı mücahidler kararlı bir direniş sergilediler. Çatışmalar her gün gittikçe arttı. İtalyan kuvvetleri ilk yıllarda ciddi kayıplara uğradılar ve mücahidlere karşı asla bir üstünlük sağlayamadılar. Haziran 1923’de Sirte’de meydana gelen bir çatışmada İtalyanlar 13 subay ve 300 asker kayıp verdiler. Genel itibarıyla Müslümanlar karşısında perişan olan İtalyanlar hınçlarını masum halktan çıkarıyorlardı. Bu ise direnişe olan desteğin gittikçe artmasına sebep oldu.

1927 yılı mücahidler için zaferlerle dolu bir yıl oldu. Mart ayında İtalyanların 7 taburundan 50 askeri araç pusuya düşürüldü. Üç yüzden fazla İtalyan askerinin öldürüldüğü bu çatışmadan sonra Müslümanlar Cebelü’l Ahdar’ın merkezini ele geçirdiler.

Yine bu dönemdeki çatışmalarda mücahidler pek çok düşman uçağını düşürdüler, çok sayıda üst rütbeli İtalyan subayı öldürüldü. Aynı şekilde çok miktarda cephane ve top ganimet olarak ele geçirildi. Bu yenilgiler üzerine İtalyanlar yeni tedbirler düşünmeye başlamışlardı. Öncelikle cepheyi içten çökertmenin yollarını aradılar ve kesenin ağzını açtılar. Maalesef 13  kabile şeyhini satın aldılar.

Savaşın gittikçe uzaması, katliam ve kıtlığın insanları telef etmesi, İtalyanların bazı kabile reislerini vaatlerle kendi tarafına çekmesi İslami cephede bir karışıklığa sebep oldu. Çeşitli kabile şeyhleri Ömer Muhtar’a İtalyanlara teslim olmasını ve bölgelerinden çekilip gitmesini, aksi takdirde kendisi ile savaşacaklarını söylediler. Böyle tehlikeli bir vaziyette metanetini elden bırakmayan Ömer Muhtar bütün kabile reislerini genel bir istişare meclisinde toplanmaya davet etti. Kasr el Mecahir’de akdedilen geniş çaplı toplantıda herkes görüşünü özgürce ortaya koydu. Ortamın alabildiğine gergin ve elektrikli olduğu bir anda Ömer Muhtar sürekli cebinde taşıdığı küçük mushafını çıkararak elini onun üzerine koydu ve tarihe geçen şu mükemmel sözlerle herkesi susturdu: “Vallahi, Ya zafer veya şehadete ermeden bu dağları terk etmeyeceğim ve İtalyanlara karşı devam eden bu savaşı asla durdurmayacağım. Mısır’a gitmek isteyenler buyurup gitsinler, İtalyanlara teslim olup ölümden kurtulmak isteyenler de teslim olsunlar, hiç kimse onları tutmuş değildir.”

Liderin bu kesin azmi ve kararlılığı karşısında diğerleri özür dilediler ve bu toplantı büyük bir birlik havası içinde bitti.

İtalyanlar bu İslami direnişin kaynağını kurutmak üzere halkı sahil şehirlere yakın yerlerde kurdukları esir kamplarında toplamaya başladılar. 1929 yılına gelindiğinde durum şu vaziyette idi; sahildeki bütün şehirler ve Cebelu’l-Ahdar’ın kuzey tarafları İtalyanların sıkı kontrolü altındaydı. İtalyanlar bu tahkim edilmiş noktalar arasında hava filolarıyla, mekanize birlikleriyle ve özellikle sömürgeleri olan Eritre’den getirdikleri zavallı insanlardan oluşturdukları piyade askerleri ile sürekli devriye geziyorlardı. Artık direnen İslamî güçlere karşı onun usulüyle çarpışıyorlardı.

Nihayet bütün bu saldırılara rağmen İtalya durmadan kumandan değiştirip durdu. 8 Kasım 1929’da Mücahidler Bingazi’deki İtalyan karargâhına bir saldırı düzenlediler. Buradaki İtalyan birliğini tamamen ortadan kaldırıp, karargahı havaya uçurdular. Bu ise sömürgeciler arasında büyük bir şaşkınlık doğurdu. Sonunda Mussolini duruma el attı ve 10 Ocak 1930 tarihinde harekatın başına general Rodolfo Graziani getirildi.

Graziani sömürgelerde özel olarak yetiştirilmiş, komutanların en tecrübeli ve en acımasız olanıydı. Önce bir analiz yapan General, durumu şöyle özetlemekteydi: “Savaş hali kızışmıştır. Müslümanların kayıpları çok fazla değildir. Ömer Muhtar yaralanmasına rağmen, hala yeni taktiklerle saldırılarını düzenlemektedir. Direniş İslami bir hüviyet kazanmıştır. Bu hareket, bir grup veya bir şahsa indirgenemez. Gerektiğinde yeni kitle ve dipdiri başka bir liderle hareket devam edecektir.”

Müslümanlara karşı ard arda birçok baskınlar ve saldırılar düzenlendi. Bütün baskı ve saldırılara rağmen Ömer Muhtar direnişe ve karşı saldırılara devam ediyordu. 11 Nisan 1930’da el-Faidiyye üzerinde büyük bir saldırı düzenleyen mücahidler, İtalyanları unutamayacakları bir hezimete uğrattılar. Graziani, bu hususta hatıralarında şunları kaydeder: “Bu hezimet bizim moralimizi bir hayli bozup kalplerimize büyük bir sıkıntı verdi. Buna karşılık bu yenilgimiz, mücahidlere büyük bir moral verip, maneviyatlarını bir hayli kuvvetlendirmişti.

Ömer Muhtar ise, mücahidlere hitaben şöyle seslenmişti. “Şayet Bingazi’den Cebelu’l-Ahdar’a doğru gürleyen bir aslan sesi işitirseniz, sakın korkmayın. Zira olaylar ve zafer dolu günler size aslan kürkü içinde yatan bir eşşeğin olduğunu gösterecektir.”

Graziani bunun üzerine, 16 Haziran 1930’da bizzat koordine ettiği 13.000 kişilik birliklerle Fayed bölgesindeki Ömer Muhtar’ın üzerine yürüdü. Başaracağından o kadar emindi ki, Vali Badoglio’yu zaferini kutlamaya davet ediyordu. Fakat çok güçlü bir istihbarata sahip olan Ömer Muhtar, mücahid kuvvetlerini küçük gruplara ayırarak birbirinden uzak noktalara pusuya yerleştirdi. Sonuçta Müslümanlar çok az bir kayıp vererek Graziani’yi eli boş geri gönderdiler.

Bu arada maalesef 1931 Ocak ayında İtalyanlar çölleri makenize birliklerle aşarak Kufra’ya girdiler. İtalyanların burada yaptığı katliam, işkence ve tecavüzler emperyalizmin yüzünü net bir şekilde ortaya koymaktadır. Graziani, teslim olan halkın gözleri önünde Kur’an-ı Kerim’i paramparça edip, ayaklarının altında çiğneyerek “Haydi, çağırın da (hâşâ) bedevi peygamberiniz yardımınıza gelsin” demiş, ertesi günü şehrin ileri gelen uleması uçaklardan atılmış, vahadaki bütün hurma ağaçları kesilmiş, kuyular yakılmış, buradaki tarihi kütüphane yakılmış ve insanların namusları kirletilmişti.

Kufra’nın elden çıkmasıyla mücahidlerin elinde korumasız Cebelu’l-Ahdar kalıyordu ki, burası da İtalyanların gittikçe sıklaşan kontrol ve gözetimleri altında her gün adım adım elden çıkıyor, yavaş yavaş fakat geri dönülmez bir biçimde çember daralıyordu. Artık Trablusgarb savaşının son devresi başlamış gibiydi.  Ömer Muhtar, bu durumu 1931 yılı Ocak ayının son günlerinde Mısır sınırlarını zor da olsa gizlice geçerek, kendisiyle görüşen Muhammed Esed’e şunları söylemişti: “Sen de görüyorsun ya evlat, gerçekten biz artık bize tanınan vadenin sonuna gelmiş bulunuyoruz. Her türlü zorluğa rağmen savaşıyoruz, zira işgalci emperyalist düşmanı bu topraklardan söküp atıncaya kadar, ya da bu uğurda ölünceye kadar toprağımız, imanımız ve özgürlüğümüz için savaşmak zorundayız. Başka çaremiz veya tercihimiz yoktur. İnne lillah ve inne ileyhi raciun. Kadınlarımızı, çocuklarımızı Mısır’a gönderdik ki, Cenab-ı Allah bizi ölüme çağırdığı zaman arkamıza dönüp bakmayalım.”

Direnişin son günleri

Nihayet 11 Eylül 1931 tarihi gelip çattı. Ömer Muhtar ve yanındaki bir kısım mücahid Sılanta mevkiinde bulunan Hz. Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) sahabelerinden  Rafi hazretlerinin kabrini ziyaret etmeye karar verdikleri zaman İtalyanların ellerinde tuttukları bölgenin içerisine girmişlerdi. İtalyan istihbaratı onun varlığını haber aldı. Vadiyi her yönden saran kuvvetlerin oluşturduğu çemberi yarmanın imkânı yoktu. Mücahidler son nefeslerine kadar çarpıştılar. Son anda   Ömer Muhtar’ın da atı vurulup yıkıldı ve onu yere düşürdü. Ama bu yetmiş yaşını geçkin ihtiyar aslan yılmadı, kendini toparlayıp tüfeğini ateşlemeye devam etti. Elinden yaralananınca tüfeği diğer eline aldı. Artık yapacak bir şey kalmayınca, askerler üzerine çullandılar ve onu esir ettiler. Önce Sûse’ye sonra Bingazi’ye 60 km uzaklıktaki Suluk’a götürüldü. Burada İtalyan birliklerinin genel kumandanı Graziani’nin karşısına çıkartıldı. Bu görüşmedeki tavırlarından etkilenen general onun hakkında şunları yazacaktır: “Odama girdiği andan çıkıp gittiği ana kadar onun vakar ve haysiyetine son derece hayranlıkla bakıp durdum. Onun tavır ve davranışlarını çok beğendim ve hayran kaldım.”

Graziani, hatıralarında Ömer Muhtar hakkında şunları demekten kendini alamaz. “Ömer Muhtar inancına, son derece bağlı bir adamdı. Onun bu inancına saldırmaya kalkışana kim olursa olsun büyük bir heyecan ve azimle karşı koyardı. O, vatanına saldıranlara karşı da korkusuzca savaşıyordu. Vatanına yapılacak herhangi bir saldırıyı karşılıksız bırakmayı kabullenecek bir şahsiyet değildi. O karşısındakine anında cevap verecek üstün bir zekaya sahipti. Aynı zamanda Ömer Muhtar ileri seviyede dini kültüre ve bilgiye sahipti. Onun kesin tavırlı bir huyu vardı. O, dinine ait hiçbir şeyi ihmal etmeyecek ve dinini herhangi bir maddi menfaat karşılığında satmayacak üstün bir kişiliğe sahipti. Çok Fakir olmasına rağmen dünyevi hiçbir çıkar peşinde olmayan bir kişiydi.  Din ve vatan sevgisinden başka hiçbir dünyevi şeye de sahip değildi.  Hareketli, mütevazı ve tavizsizdi.”

Mücahidlerin teslim olması teklifini red eden Ömer Muhtar, 15 Eylül 1931 günü İtalyan sıkıyönetim mahkemesi tarafından göstermelik bir duruşmaya çıkarıldı ve Graziani’nin daha önceden emrettiği gibi idam kararı veren mahkemenin yüzüne şu tokadı savurdu: “Hüküm ve karar yalnız Allah’ındır. Sizin bu sahte ve uydurma hükmünüzün hiçbir geçerliliği yoktur. İnna lillah ve inna ileyhi raciun/Biz Allah’ın kullarıyız ve sonunda ona döneceğiz”.

Aynı gün, toplama kamplarından getirilen binlerce Müslümanın gözleri önünde gayet sakin ve korkusuzca idam sehpasına çıkarıldı. Fecr suresinin son ayetlerinden “Ey huzura ermiş nefis! Razı edici ve razı edilmiş olarak Rabbine dön” ayetleri dilinden düşürmedi. Özgürlüğü için her şeyi göze aldığı dağlara son bir kere daha baktı ve bir milleti yetim bırakarak ebed alemine doğru yürüdü.

Ülkesi vatanı ve İslam için her türlü fedekârlığa katlanan yokluk içinde yirmi yıl müddetle küfre karşı savaşa bu büyük şahsiyet Müslüman gençler için büyük bir örnek dava adama rol modeli olarak kalacaktır. Ruhu şad olsun.

Ahmetagirakca.com.tr