Kendi dilinden Şehid Abdülaziz el-Rantisi

Hicretten sürgüne, zindandan füze saldırısına kadar, Siyonist vahşetin yansıması olan bütün zulümlere muhatap olmasına rağmen verdiği mücadeleden geri adım atmayan Şehid Abdulaziz Er-Rantisi şehadetinin yıldönümünde rahmetle anılıyor.

23 Ekim1947’de doğan şehid hayatını şöyle anlatıyor: “Hayrıyla şerriyle, acısıyla tatlısıyla geçen anılara dönüp baktığımda biz Filistinlilerin hayatına Filistin işgalinin damgasını vurduğunu gördüm. Ve zorunlu olarak kendimi uzak geçmişin derinliklerine dönmek zorunda buluyorum. Bu geçmiş, Müslüman olmanın dışında hiçbir suçu olmayan Filistin halkının başına gelen felaketin büyüklüğüne ışık tutacaktır. Yahudiler, milletime karşı işledikleri cinayetleri ırkçı efsanelerle örtmüş ve gizlemişlerdir. Ne var ki bazı dert ve ızdıraplar hafızada derin çukurlar oluşturmuştur ve bunların unutulması hiç mümkün olmuyor. İşte bunlardan sadece biri…

1956’da Mısır’a yapılan üçüncü saldırının ilk günlerinde Siyonistler Gazze şeridini işgal ettiler. Adetleri olduğu üzere bu defa da Han Yunus şehrinde iğrenç katliama giriştiler. O zamanlar ben Han Yunus kampında kalıyordum. Çünkü ailem ikamet ettikleri köyden çıkarılmışlardı. Bu köy “Esdud” ve “Yafa” arasında bir yerdedir. Ve ben henüz altı aylıkken kendimi Filistinli mültecilerin “Han Yunus” kampında buluyorum. Katliamda hep Filistinli siviller katledilmiş. Yahudiler, evlere dalmış ve içerideki bütün erkekleri, onların eş ve çocuklarının gözleri önünde katletmişler

Siyonistler soğukkanlı bir şekilde Han Yunus’ta hepsi sivil ve suçsuz tam 525 canı katlediyorlar. Cesetler şişip kokuyor. Durum dayanılacak gibi değildi. Hasbunallah ve ni’mel vekil.

***

Bizler kendi vatanımızda onurlu ve varlıklı bir hayat yaşıyorduk. Yebna’da bugüne kadar hâlâ duran doğduğum evimiz her tarafından sarılı geniş bir bahçenin içindeydi. Ancak yurdumu işgal edip sahiplerini dağıtan Yahudiler bizi fakirlik kıskacı arasında ezdikçe ezdiler… Karşılaştığımız bu fakirlik neticesinde abim, eğitimini otomatikman bıraktı. Bir meslek öğrenip bizi geçindirecekti. Babam 1962’de vefat edince abim ailenin yükünü omuzuna aldı…

İşgal Batı Şeria ve Gazze şeridinde Filistin halkına ait bütün altyapıyı yerle bir etti. Düşman, bütün dikkatini Filistin Halkının servetini gasp etmeye, onları ekonomik olarak çökertmeye çevirmişti. Zaten Filistin halkının mevcut ekonomik yapısı pek zayıftı. Filistinli bir görevlinin maaşı aynı görevdeki bir Yahudi’nin ancak üçte biri kadar olabiliyordu. Siyonist düşman bütün bunlarla beraber Filistinlilere çok ağır vergiler de yüklüyordu.

Bu vergilerin başında gelir vergisi bulunuyordu. Aynı şekilde toplamı % 18’e varan ek vergiler. Siyonist düşman 1981’de Filistinli doktorları da -ekonomik açıdan zayıflatmak için- ek vergiler uygulamasına kattı. …

Doktorlar ek vergiyi boykot sadedinde, imza toplamayı sürdürdüler. Boykot esnasında Siyonistler bana zorunlu ikamet kararı çıkardılar. Bunun sonucunda ben, birkaç gün Gazze Doktorlar Cemiyetine gidememiştim. Çünkü Han Yunus’ta ikamet ediyordum. Daha sonra bir de baktım ek vergi ödemekten kaçınmam sebebiyle askeri mahkemeye çağırılıyorum… Tutuklanmamam için sembolik bir ödeme yapmamı istediler. Ancak ben bunu da reddettim…

***

(1. intifada) olayı meydana geldiğinde ben Gazze şeridindeki İhvan-ı Müslimin Hareketinin 7 yöneticisinden biriydim. Siyonistlerin bir aracı Filistinli işçileri taşıyan bir arabaya çarpmış, içindekilerin hepsi ölmüştü… Filistinliler sokağa döküldü… Meydana gelen olaylarda bir şehid, birkaç tane de yaralı vardı.

Bizler, Gazze Şeridindeki İhvan-ı Müslimin liderleri olarak hemen toplandık. Olayın değerlendirmesini yaptıktan sonra siyonist işgale karşı intifada ateşini yakacak olan önemli bir karara vardık. Bu tarihi karar 1987’nin Aralık ayının dokuzuncu gecesinde tamamlandı ve hemen yürürlüğe girdi. Böylece biz intifada hareketinin adresi sayılacak “İslami Mukavemet Hareketi”ni ilan ettik. HAMAS’ın bu ilk açıklaması Allah’ın izniyle Filistin tarihinin akışını değiştirecek olan intifada eyleminin başladığını haber veriyordu. İntifadaya camilerden başladık ve insanlar buna hemen katıldılar. Böylece Filistin halkı sürdürdüğü cihadının en önemli aşamalarından birine varmış oldu. Bu kararın alındığı vakitte ben Han Yunus kampında ikamet ediyordum.

İntifadanın patlamasından 37 gün sonra (Ocak 1988) bir cuma gecesi bir de baktım ki, işgal askerlerinden çok büyük bir güç evimi kuşatmış. Bazı askerler bahçe duvarından içeri atlamak için tırmanıyordu. Bu arada kalabalık bir asker grubu da dış kapıyı şiddetle vuruyor ve korkunç sesler çıkarıyorlardı. Bu seslerden dolayı yattığım odanın bitişiğinde kalmakta olan küçük çocuklar korktu. Ben, hemen yataktan fırladım ve yattığım odanın kapısına dayandım. Niyetim askerleri içeri sokmamaktı. Askerlerden üç tanesi içeriye zorla girmeye çalışınca onlara yumruklarla mukavemet ettim. Bunun sonucunda askerlerden biri yaralandı. Tam bu esnada bir subay sesi duyuldu. Askerlere oradan uzaklaşmalarını ve çatışmayı kesmelerini emrediyordu. Daha sonra subay benden elbiselerimi giymemi istedi. Ben de elbiselerimi giydim ve onlarla dışarı çıktım. Gözlerimi bağladılar. Arkadan zincirlenen ellerim hemen şişti. Uzun süre ellerim tutmaz durumda kaldı…

***

1991 yılında nakip toplanma kampında bir yıllık idari cezamı yatıyordum. Tutuklular kampın 1988’de açılışından bu yana yakınlarının ziyaretinden mahrum bırakılmışlardı…

Her birimize ayrılan özel hücrelere alındık. Herkes tek başına bir hücreye konuldu. Cumartesi hariç her gün bir saat süreyle dikenli tellerle çevrili bir alana çıkarılıyorduk…

Hücrelerin kendisinde tuvalet ve banyo mevcut değildi. Ve Kur’an’la yola çıktık. Ben 1990’da Kur’an hıfzımı tamamlamıştım. Ama bu defa tekrar ederek pekiştiriyordum. Hıfzımı tamamladığım 1990’da ben ve Şeyh Ahmet Yasin “Keferyuna” kampında beraber bir hücrede kalıyorduk…

***

Gazze’nin merkez cezaevindeydim. Ramazanın son günüydü. Bir rüya ile beraber uyandım. Gördüğüm rüyayı B Blok 3. koğuşta bulunan kardeşlerime anlatmaya başladım. “Kuzeye doğru giden bir otobüse biniyordum...”

Daha ben gördüğüm rüyayı bu şekil anlatıyorken birden şöyle bir anons yapıldı “Abdulaziz Rantisi eşyalarını toplayıp havalandırmaya çıksın.” Ben de hemen hazırlanıp çıktım. Baktım ki “Remle” cezaevine götürüyorlar…

Şeyh Yasin de buradaydı. İşlemlerin tamamlanmasından sonra bir gardiyan eşliğinde Şeyh Yasin’in durduğu koğuşa gittik… Sahiden çok sıcak ve etkili bir karşılamaydı. Ve Şeyh ile beraber yaşamamıza başladık Onun banyosu, yemeği, günlük bütün ihtiyaçları dahil hepsini hatta vücudunu kaşıması gibi tüm ihtiyaçlarını bizim karşılamamız gerekiyordu. Şeyhle beraberliğimiz süresinde Kur’anı ezber çalışması üzerinde durduk. Ve çok şükür bunu tamamlamaya muvaffak olduk…

Bir gün pirelerin elbiselerimin üstünde sıçradığını görünce, gidip arkadaşıma anlattım. Baktım ki arkadaşım da aynı dertten müzdarip. Anladık ki pireler bizi sarmış. Şeyh Yasin’e gidip şöyle bir baktım; üzerinde tek bir pire bulamadım…

Şaşırdığım durum şuydu ki, iki haftaya yakın devam eden bu pire belasından Şeyh Yasin etkilenmedi. Pireler Şeyh Yasine yaklaşmıyorlardı. Şaka yollu Şeyhe “ Nedir bunun hikmeti?” diye sorunca Şeyh, “Yahu kardeşim pireler sizin gibi semiz adamları arayıp buluyorlar; benim gibi zayıfları ne yapacaklar.” dedi. Bu cevaba güldüm, ve; “Hayır böyle değil. Yüce Allah senin tenini kaşıyamayacağını bildiği için onları senden uzak tutuyor.” deyince hep beraber güldük…

***

Bu dönemde karşılaştığım ve unutulmaz olaylardan biri şudur: Biz Şeyh Yasin’i havalandırmaya çıkarırken Yahudi adli bir suçluyla yüz yüze karşılaştık. Refakatinde bir gardiyan vardı; bir de baktım bu adli suçlu Şeyh Yasin’in elini alıp öptü. Sonra da bana; “Bunu sadece gardiyanı kızdırmak için yaptım” dedi…

Bu dönemde unutulmayan bir olay daha: Yahudi bir gardiyan elimde Kur’an’ı gördü. Ben Kur’an sayfalarını karıştırıyordum. Gardiyan: “Doktor, sizin kitabınızda neler var?” diye sordu. Ben; “Çok şey var” diye cevap verdim. Gardiyan; “Biz Yahudilere nasıl davranacağınız konusunda ne diyor?”deyince; ben de “Siz bizim ülkemizde toplandıktan sonra bizim sizi keseceğimizi söylüyor” dedim. Gardiyan, “Bu ne zaman olacak?” diye sordu. “Kesin bilmiyorum; ama kırk yıl zarfında olabilir”, dedim. O zaman sene 1990’dı. Başladı bir hesap yapmaya ve sonunda şöyle mırıldandı; “Hiç mühim değil. O zaman zaten ölü olacağım.” Bu defa ben ona; “Tevrat bu konuda ne diyor” diye sordum. Gardiyan; “O da aynı şeyi söylüyor.” diye cevap verdi. Böylece bir noktada buluştuk. Ancak gardiyan şöyle bir istisna koydu: “ Fesat yaparsak bu böyle olacak” Ben de; “Maşaallah” dedim, “sanki henüz fesat yapmamış gibisiniz”…

LÜBNAN’A SÜRÜLME

1992’nin Aralık ayının on dördüncü gecesiydi. Gecenin geç saatlerinde işgal gücü askerleri Han Yunus’taki evimi kuşattılar. Kendileriyle beraber çıkmamı istediler. Evden çıktım. Askeri bir araç bizi Han Yunus’taki istihbarat bürolarının bulunduğu idare merkezine götürdü. “Az bir süre bekleyip sonra Gazze’ye gideceğiz” dedi. Ben ona; “ (İzak) Rabin bu yaptığına pişman olacak!” diye öfkeyle bağırdım...

Gazze’de iki gün bekletildikten sonra ellerimiz arkadan kelepçeli, gözlerimiz bağlı olduğu halde otobüslere konduk. Ancak nereye götürüleceğimizi bilmiyorduk

Otobüsler bazen durarak bazen de ağır ağır yürüyerek yol alıyorlardı. Hâlâ ellerimiz bağlı, gözlerimiz kapalıydı. Zaman çok yavaş ilerliyordu. Uzun süren yolculuk ile ellerimiz ve gözlerimizin bağlı olması bizi epeyce yormuş, bitkin halde bırakmıştı. Ne rahatça oturabiliyor ne de uyuyabiliyorduk. Üstelik hiçbir şey yediğimiz ve içtiğimiz de yoktu. Hatta def-i hacet etmemiz bile yasaklanmıştı. Namazları ne abdest ne de teyemmüm olmaksızın ima ile kılabiliyorduk. Secdesiz, rükûsuz bir namaz... Kıbleyi de tayin etmek imkânsızdı. Otobüslerin bizi hangi yöne doğru götürdüklerini bilmiyorduk. Tam otuz altı saat biz bu halde kaldık. Otobüsler tam yirmi dört saat hiç hareket etmeden öylece durmuşlardı. …

***

“Mercü’z-zuhur” adı verilen Lübnan ordusuna ait ilk noktaya vardık. Kamyonlar burada durdu…. Geçide varır varmaz işgalci Siyonist askerler bizi kamyonlardan indirip havaya ateş açmaya başladılar. Kurşunlar üstümüzden geçiyordu. Biz geçitten uzaklaştık ve nereye gideceğimizi bilmeden boş bölgedeki bir yola girip yürüdük…

Bu esnada baktım ki Lübnanlı bir subay sivil bir arabayla geldi ve gençlere bağırmaya başladı. Subaya yaklaştım ve “Sakin ol, biz Lübnan’a asla girmeyeceğiz” dedim. Subay; “Öyleyse burada durun, ” dedi. Ben de herkesin sabaha dek burda durmasını istedim. Etrafımızı bazı Lübnanlı gazeteciler sarmıştı. Yağmur devam ediyor, hava pek soğuk, yerler de bataklık ve çamurluydu.

SÜRGÜNDE İLK CUMA HUTBESİ

“Mercuz-zuhur” bölgesinde sabahın ilk aydınlığı sökün edip etraf aydınlandı. Tarih 18.12.1992, günlerden cumaydı… Vatanlarından uzaklaştırılan mü’minler abdest alıp Cuma namazına hazırlanıyorlardı.

Onlar beni bu sürgün yolculuğundaki ilk hatip olarak seçtiler … Hutbemde ilk önce, sürgün edilen bizlere kapılarını kapayan Lübnan’a konumundan dolayı Lübnan hükümetine teşekkür ettim. Sürgün edilenler olarak Lübnan’a asla girmeyeceğimizi ve Filistin’e dönene kadar burada kalacağımızı ilan ettim. Arap devletlerinin de bizim bu kararımızı desteklemelerini ve bizi yalnız bırakmamalarını istedim. Siyonist işgal güçlerini küçük düşüren ifadelerden sonra Arap devletlerini de İsrail ile görüşmeleri kesmeye davet ettim.

***

Birçok gazeteci bizim ilan ettiğimiz konumda duramayacağımıza, söylenenlerin içi boş abartılı sözler olduğuna, bizim bir iki gün sonra konum ve tavrımızı değiştireceğimize inanmışlardı. Biz onlara; “Gelecek günler bizim alışagördüğünüz tipteki insanlardan farklı olduğumuzu gösterecektir. Biz ise başka bir şey için değil, Allah’ın bizimle olduğuna, yine bu yolculuklara katlanmanın Allah yolunda cihad olduğuna ve çektiğimiz çilelerin boşa gitmeyeceğine inanıyoruz. Ve gene inanıyoruz ki vatanımıza dönüşümüzün tek garantisi burada sebat etmektir” diyorduk. Değilse sonuç tam bir felaket olacaktı. Aralarında iki yüz cami imamı, üniversite hocası, doktor, mühendis, eczacı, öğretmen ve öğrencilerin bulunduğu dört yüz on altı kişinin sürgün edilmesi gerçekten felaket olacaktı. Şayet Yahudiler bizi sürgüne muvaffak olsalardı geride kalan ailelerimiz de bize katılmak zorunda kalacak ve böylece sürgün yoluyla Filistin’den uzaklaştırılanların sayısı binlere varacaktı. Bu şekilde sürgün kapısı açık kalmış olacak ve Filistin gerçek sahiplerinden alınıp boşaltılacaktı. Hal böyle olunca içimizden yaşlı bilge Üstad Abdulfettah Duhan’ın söylediği şu sözlere şaşmamak lazım: “ Hepimiz ya burada bir taşa yapışarak ölecek ya da vatanımıza döneceğiz. Başka bir şeyi kabul etmememiz gerekir.”

Biz hemen değişik komisyonlar kurduk ve değişik coğrafi yerlerden olan arkadaşları temsil eden kadroyu seçtik. Basın komisyonu beni sürgündekilerin basın sözcüsü olarak seçti. Kültür, mimari, tıb, davet, arşiv vb. alanlarda komisyonlar teşkil edildi. “İbn-i Teymiyye” adını taşıyan bir üniversite kurduk. Bu üniversitede öğretim başlandı. Güvenlik ve nöbet komisyonlarını da kurduk. Aynı şekilde teknik v.b konularda da komisyonlarımız oluşturuldu. Böylece düzenli bir hayata kavuştuk. İlk günden beri çadırlar kurmaya başladık. Bir mescit yaptık. Bize ilk çadır yardımı yapan Lübnan Hizbullah Cemaati oldu. Bundan sonra Kızılhaç da bize çok sayıda çadır verdi. Artık durumumuz iyileşti. ...Filistinli gruplar da bize yardım ellerini uzattılar…

Filistinli bütün gruplardan heyetler, başta Hizbullah olmak üzere Lübnanlı gruplar da bizi ziyaret ediyordu. Lübnan Müftüsü gibi birçok şahsiyetler de bizi ziyarete gelenler içindeydi. Yine Üstad Fethi Yeken, Şeyh Faysal Mevlevi, Şehid İmamın oğlu Seyfulislam Hasan El-Benna ve Sudan İslam Cemaati Genel Sekreteri İmam Şeyh Yasin ile Şeyh Dr. Hasan Turabi de bizleri ziyaret ettiler…. Ayrıca Hamas Siyasi Bürosundaki kardeşlerimiz bizleri sık sık ziyaret ediyorlardı. İslami Cihad Hareketi Genel Sekreteri Şehid Fethi Şikaki de bizi ziyaret etti. Ürdün İhvan-i Müslimin Cemaatinden de bir heyet bizi ziyarete gelenler arsındaydı…

MERCÜ’Z-ZUHUR KÖYÜNÜN MUHTARI

Dönüşümüz gerçekleştiği gün veda için bu muhtarın yanına vardım. Beni görünce üzüntülü bir şekilde ağlamış ve şöyle demişti: “Siz hastalarımızı tedavi ettiniz. (10 doktorumuz çevre köylerden hastalara gidiyor. Onları bedava muayene edip ilaçlarını da bedava veriyorlardı.) Gerçekten şerefli insanlarsınız. Siz, bize yardım ettiniz. Namusumuzu korudunuz.”

Gençlerimiz köylüler için zeytin topluyor, buğday biçiyorlardı. Bunları da sadece Allah rızası için yapıyorduk. Onlara yardım için gittiğimizde bayanların eve dönmelerini şart koşuyorduk ki kamptaki gençlerle karışmasınlar. Muhtar devamla şöyle dedi: “Bize dinimizi de öğrettiniz (âlimlerimiz köy camilerine gidip va’z ediyorlardı). Hayatımızı korudunuz (geçmişte bazı Filistinliler haksız yere bazı kişileri öldürmüşler).” Muhtar ağlamaya başladı ve “Sizi asla unutmayız; zihinlerimize kazınmış olumsuz Filistinli imajını değiştirdiniz.” dedi. Üzülerek muhtara veda ettik. Mercü’z-zuhur köyü etrafımızda bulunan tek Sünni köydü. Ancak bizim ilişkilerimiz, biri Şii ve diğeri Dürzî bir köye kadar uzanmıştı…” (*)

“Şudur en son dileğim / koy beni cennete ey Rabbim!” diyen şehid, “Hastalıktan yahut kalp krizinden ölen de, Apaçi Helikopterlerinin saldırısına uğrayan da dünyaya veda eder. Bana kalsa Apaçiyi tercih ederim” dedikten kısa bir müddet sonra Apaçi helikopteriyle 17 Nisan 2004 tarihinde şahadete imza attı. Hem de Rabbinden dilediği şekilde…

(*)Dua yayıncılık tarafından yayınlanan HATIRALAR adlı eserden derlenerek alınmıştır.